30 Ocak 2010 Cumartesi

Ölüm Hayatı Sonsuz Bir Karede Dondurmaktır!

“Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” {Zümer Sûresi 42}

Modernleşmenin insanlığa yaptığı en büyük kötülüklerden bir tanesi, ölümü gözümüzün önünden ücra bir köşeye sürmek için ortaya koyduğu büyük çabanın sonuçlarını tahmin edememesidir. 

Baudrillard ölümü gözden ırak etme çabasının sonuçlarını gettolaşma kavramı ile açıklıyor ve mezarlıkların, modern Batı toplumundaki ilk gettolar olduğunu ve sonraki tüm gettolara örnek teşkil ettiğini söylüyor. Modern insan, bu şekilde, kafasını kuma gömen devekuşu gibi gözünün önünden attığı ölümün kendisini hiç bulmayacağı gibi bir batıl inanca sahip oluyor. Ölümü kendisine hatırlatan her şeye tiksintiyle bakıyor ve bir an önce ölümü hatırlatan ne kadar şey varsa kendi hayatından uzaklaştırmak istiyor. Geleneksel aile modelinin, Arseni Tarkovsky’nin bir şiirinde özlemle dile getirdiği gibi,  dede ile torununu aynı sofraya oturtan insanî sıcaklığının kaybolmasını, yaşlıları ölümü hatırlattıkları için evlerinden uzak tutmaya çalışan “yeni insanın” ölümü unutma arzusuna bağlayabiliriz. İnsanlık bu şekilde “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için çalış” hadisinin ilk kısmına tıkıldı kaldı. Böylece sadece ikinci kısmını değil, ilk kısmını da felç etti hayatının… Ebedi gençlikle kafayı bozmuş, yaşlanmayı ölüme yaklaştırdığı korkusuyla kabullenmeyi bir yenilgi addeden, bu yüzden de nefsleri tarafından gem vurulamaz bir şekilde kışkırtılan insanlar haline gelmişiz. Önünde asılı olan “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bizim huzurumuza getirileceksiniz.” ayetinin kendisine hatırlattıklarından dolayı, mezarlığın önünden geçmemek için yolunu dahi değiştiren bir unutma makinesi haline gelmiş insan!


Yüzleşilemeyen, unutmak için çırpınıp durulan, bilinçten atılmaya çalışılan ölüm, kendisini, bilinçaltımızdan çıkarıp hiç olmadığı kadar korkunç bir yüzle yeniden karşımıza getiriyor. Hayattan ve akıldan atılmaya çalışıldıkça yaşanan hayatı da esir alan bu korku, aynı zamanda tüm zulümlerin de ardına gizlenebildiği bir şey. Ölümü bilmediğimiz için hayatı tanımıyor, ölümü kabullenmediğimiz için sonsuz yaşayacakmış gibi bir hırsla tutunduğumuz garip şeye hayat diyoruz. Bu hırs, zulmün de, sevgisizliğin de, egoizmin de üzerinde yeşerdiği çorak ülke haline getiriveriyor hayatı. 

Hâlbuki ölüm her an yaşadığımız bir şey değil mi? İnsan, tabiat ve tüm kainat her an ölüp tekrar diriltilmiyor mu Yaratan tarafından? Uyku bile Zümer Sûresi 42.ayette buyrulduğu gibi bir ölüm değil mi? İnsan ne kadar uzak durabilir ölüme; ve uzak durursa ne kadar yaklaşabilir hayata?

Ölüm bütün bunların dışında, yüzleşilmediği takdirde hayatta büyük bir eksiklik hissiyatı yaratacak bir şey. Zira hayatla ölüm birbirinin negatif görüntüleri… Birbirleri olmadan anlamları ve varlıkları mümkün olamayacak negatif görüntüler… Bir anlamda ölüm, hayatın sonsuz derinlikteki bir karede dondurulması… Ama dondurulanın arkasından açılan bambaşka bir güzelliğin de kapısı. Tolstoy’un Ivan Illich’inin bile sefilce geçen ömrünün son demlerinde fark edebileceği kadar, herkese açılan bir rahmetin kapısı.  Bir son değil, sonsuzluğa açılan bir başlangıç. Bir “düğün gecesi”… 

Yeni Alman sinemasının en büyük yönetmenlerinden birisi olan Wim Wenders, son filmi “Palermo’da Yüzleşme - Palermo Shooting” ile “ölümü kaybeden” modern insanın hayatının kaybedilmişliği üzerine bir deneme yapmış. “Hayatımda her şey var; ama ne eksik!” diye yatağında dönüp duran, kariyerinin doruğundaki bir fotoğraf sanatçısının ölümle yüzleşmesidir filmin ana teması. En iyi Wenders filmlerinden birisi olmasa da, “Berlin Üzerinde Gökyüzü- Wings of Desire” filmindeki gibi bir Wenders bekleyenleri pek tatmin etmeyecek olsa da, yine de bir sanatçı bakışının söz konusu olduğu bir film Palermo’da Yüzleşme. 


Wenders, filmi, 2007 yılının Temmuz ayında aynı gün ölmüş, sinemanın iki dev sanatçısına ithaf etmiş; Bergman ve Antonioni’ye… Ancak, sadece film sonunda yapılan bir ithaf ile kalmayan, Bergman ve Antonioni’nin bazı filmlerine göndermeleriyle de önem kazanmış bir ithaf bu. Bu iki büyük sinema sanatçısının ölümüyle, belli ki “ölüm var!” diye düşünmeye başlamış bir sanatçının saygı duruşu olmuş Palermo’da Yüzleşme. Hem Bergman ve Antonioni’ye, hem de onların ölümü aracılığıyla ölümün kendisine…

Filmde, bir fotoğraf sanatçısının ölümle yüzleşmesi söz konusu olduğu için, fotoğrafın ve sinemanın mahiyeti üzerine arka planda düşünülebilecek bir ortamı yaratmasıyla Antonioni’nin “Blow-Up” filmine açık bir gönderi olduğunu düşünüyorum. Hakikatle fotoğrafın, resmin ilişkisi nedir? Fotoğraf çekme esnasında dondurulan anın, sanat olması için o dondurulan ana katılması gereken nedir? O “donuk an” hakikati temsil mi eder, yoksa hakikatin perdelerini açmak için bir giriş mahiyeti mi taşırlar? Yoksa fotoğraf ile hakikatin dolaysız görünen ilişkisi, aslında tamamıyla yüzeysel bir gerçeklikte mi kalır? Bütün bu sorular, filmin ölümle ilgili tartışmalarının arkasında kendi başına akan bir nehir gibi dökülüyor izleyicinin zihnine.

Sezai Karakoç’un sanat ve şiir üzerine yazdığı kimi yazılarda kullandığı bazı imgeler aklıma geliyor. Karakoç, sanatçının, önce doğayı öldürmesi gerektiğinden, yani doğanın, itaat ettirilip bir ölü gibi musalla taşına yatırılması gerektiğinden bahseder sanatçının ilk adımı olması gereken soyutlamadan bahsederken. Ama soyutlamanın tek başına sanat için yeterli olmadığı gerçeğinden hareketle, sanatçının, musalla taşına yatırdığı ölü malzemenin üstüne ruhunu üflemesi gerekir. Yani sanat, soyutlanan doğanın bir betimlemesi değildir. Ayrıca, sanatçıya Allah tarafından verilmiş bir ilham ile; yani sanatçının ruhunun üflenmesi ve musalla taşına yatırılan ölünün tekrar canlandırılması aracılığıyla yeniden yaratımdır sanatçının yaptığı. Ama sanatçı üflediği bu ruhu kendinden bilip de bencilliğe kapılırsa kendisine verilen hediyeyi murdar eder. 

İşte tam da bu noktada, sanatçının, kendisine verilen hediyenin mahiyetini anlaması sürecidir ölümle yüzleşme. Filmdeki sanatçının ölümle yüzleşmesi, bir taraftan sanatın mahiyeti üzerine bir tefekkür imkânına; diğer taraftan da açıkça, insanın ölümle yüzleşmeden hayatı anlamlandıramayacağına işaret ediyor. Filmin sonunda “ölümle”yapılan uzun konuşma Bergman’ın “Yedinci Mühür” filmini hatırlatıyor. Hayatına anlam arayan şövalyenin, anlam arayışının karşılığını aradığı şeydi ölüm, Yedinci Mühür’de. Palermo’da Yüzleşme’deki ölüm, bunun ötesine geçip, kendisinin mahiyetini de açığa vurmaya çalışan daha postmodern bir aktör izlenimi veriyor. O da gösteri toplumunun şovmenleri gibi görünür olmayı önemsiyor. O da ontolojik bir korku ile malul ve korkunun mahiyetini keşfetme imkânından uzak… Ve “kötü adam” olmaktan sıkıntı duyuyor. Kendisini dinleyecek ve kabul edecek cesarette birisini arıyor. Senin de yaptığın şey benimki gibi diyor fotoğrafçıya: Sen doğayı çekerek donduruyorsun. Ben de hayatı... Aslında fotoğraftaki negatif fikri beni cezbediyor. Hayat ile ölüm birbirinin negatifi… Dijital fotoğraf o yüzden yanlış bir yol… Çünkü negatifteki bağlantıyı koparıyor!


Tanımlayamadığı hiçbir şeyi var saymayan bir anlayışın, ölümü yok sayması kadar doğal bir şey yok. Ama bu anlayış, insanda gizli olan “yönelişin” farkında olmadığı için, sakladığı ölümün, kendisini farklı şekillerde ve yüzlerde tekrar ortaya koyacağından habersiz bir anlayış aynı zamanda. Üstüne ölü toprağı atılmaya çalışılan yönelişin, bütün gizlemelere rağmen en açık şekilde sanatçılarda ortaya çıkması bundan! Zira sanat, dinin kan kardeşi… Din ortadan kaybolduğunda, kaybolan şeyin kayıplığını bize gösteren bir yönelim. O yüzden en çok da sanatçılar ölümle hemhâl… Filmin içinde ressam bir kadının söylediği sözün bana Hz. Ali’yi hatırlatması bu yüzden anlamlı. Hikmetin kapısı olan Hz. Ali ile Wenders filmindeki bir ressam arasındaki çağları aşan bağ ilginç. Kadına sen neye inanıyorsun diye soran fotoğrafçıya, kadın “ben sadece gördüğüm şeylere inanırım” diyor. “Sen neleri görüyorsun?” diye tekrar soruyor fotoğrafçı. “Tanrıyı, ölümü, aşkı…”

Biçimiyle içerik arasında, özellikle özel efektlere hiçbir Wenders filminde olmadığı kadar bel bağlaması; ölümle yüzleşmelerin gerçekleştiği rüya atmosferini kurmakta başarılı olmaması sonucu kimi kopukluklar oluşmuş filmde. Tarkovsky’de olduğu gibi bir rüya atmosferi içinde, seyirciyi de rüya atmosferine davet eden ve bu yüzden gerçeküstü olsa dahi inandırıcılığında bir sorun olmayan bir biçim değil; rüyaların, rüya atmosferi içinden bakıldığında dahi inandırıcılığının zayıf olduğu bir durum ortaya çıkmış. Hatta bazen komik bir klip havası almış film. Ölümle yüzleşme fikrinin yaratması gereken ortamın tersine nispeten hızlı bir film Palermo’da Yüzleşme. Bu yüzden, biçimi açısından içeriğin yeterince temsil edilemediği bir film olmuş. Ama her şeye rağmen bu bir Wenders filmi. Her Wenders filmi gibi izleyicisine “Berlin Üzerinde Gökyüzü”ne doğru gezintiye çıkarmayı vaat eden bir film. 

Not: Bu yazı sevgili dostum Mehmet Yılmaz’ın Derin Düşünce’de yayımlanan “Korku matkabı zekâ duvarını deler mi?” başlıklı yazısına bir yorum, bir ekleme ve o yazı üzerine zihnimde canlananları bir sinema filmi aracılığıyla aktarabilme çabasıdır.
 
29.1.2010
 
Enver Gülşen
kaynak: ikinciperde.com